25 Kasım 2018 Pazar

Nakışlı beyaz gömlekteki frambuaz lekesi


İnsan türüne has bir problem, çocuğuna zorla yemek yedirmek. Diğer canlılar bu işi gayet problemsiz hallediyorlar ve çocuğum zayıf diye de üzülmüyorlar herhalde? O halde biz nerede yanlış yapıyoruz?
Çocuğum yemiyor diye üzülen anneler, elinde tabak çocuğunun peşinde koşanlar, hadi ye şeker verecemler, son bir kaşık kaldıcılar, ohoo liste böyle uzayıp gider. Anne olarak en büyük görevimiz yemek yedirmekmiş gibi bu konuyu çok dert ederiz. Biz çabaladıkça inat edip yemeyen çocuklar, tek çeşit beslenenler, kraker, kek, makarnacılar ortaya çıkar. Biz habire etrafımızdakilere “yemiyor ya, ne yapsam yemiyor” diye anlatırken, oralarda bi yerlerde bunu duyan çocuk “evet ya ben yemiyorum, yemeyeceğim de.” diye içselleştirir.
Kişilik oluşumunun temel taşlarından biri de yemek yemeyi nasıl öğrendiği. Yemek =Mutluluk ve sorunsuz devam eden kişilik gelişimi. Belki de bazı problemlerin temelinde yemek yemeyi nasıl öğrendiğimiz yatıyor.

6. aydan itibaren neyi ne kadar yemesine kendi karar veren çocuk, masada seçimlerine müdahale edilmeyen çocuk, yediklerine dokunan, hisseden, eline alıp inceleyen çocukta yemek ile ilgili sıkıntı yaşanmıyor. Bu konu ile ilgili uzman görüşleri mevcut. Bu yöntemin bir de adı var kısaca BLW (baby led weaning, kendi kendini besleme). Obezite ve yeme bozukluklarının önüne geçebilecek bir yöntem.
Anneliğimin ilk yıllarında kızım 6 aylık olunca bu konuyu kendi çapımda araştırmış ek gıdaya öyle başlamıştım, okumuş anne olmak da bunu gerektirirdi :). Kendi çevremin tecrübelerinden farklı bir şey yapmalıydım. Fakat kafamda oturmayan bir çok şey vardı. BLW’yi (kendi kendini besleme) okumuş iyice araştırmış fakat nasıl olacağını anlayamamıştım. Bebek kendisi nasıl yiyecekti, nasıl doyacaktı? İşte işin ilk püf noktası burasıymış, bebeğin ilk zamanlarda doymaya değil, keşfetmeye ihtiyacı varmış. Bebeğin ne kadar yediği değil, ne yediği önemliymiş.

Bir heyecan başladık ek gıdaya, aman Allahım bu nasıl bir dönem yok organiğini ara, yok en iyisini yedir felan. Organik olayına bir şey diyemeyeceğim, o benim zayıf noktam. Çocukluğu büyükbabasının yaylalarında geçmiş ben için doğal dedin mi akan sular durur. Neyse başladık BLW’ye, işin felsefesini kavrayamadığım için kızımın önüne koyduğum yemeği dayanamayıp kendim yediriyor, onun brokoliyi, patatesi mıncıklayıp atmasına, yerlere dökmesine ve buna rağmen ağzına bir lokma girmeyişine dayanamıyordum. Çünkü benim için yemek oyun değildi. Kendi kendine yemek yiyen bebekleri izliyor, yazıları tekrar tekrar okuyor fakat pratikte aynı sabrı gösteremiyordum.
Meğer yemek yemeyi öğretmek bir oyunmuş, eğlenceli olmalıymış ve bebek ne yediğini hissetmeli, ezmeli, dökmeliymiş ve bana göre annelik şimdi başlıyormuş. 6 aylık bir bebeğin ana gıdası hala anne sütüyken, ve hatta bir yaşına kadar anne sütü olmalıyken, yemiyor diye dert etmek gereksiz bir stresmiş. Hatta o dönem gittiğimiz bir akşam gezmesinde, ikramlıklardan kızıma vermediğimi gören diğer misafir arkadaş “en iyi yöntem annelerimizin yöntemi, yedirsene şunlardan yazık” dedi buna rağmen yedirmemiştim. Kısırı ve profiterolü nasıl yedirirdim, bu doğal anneliğime hakaretti.

Serde hem Türk analığı hem de mükemmeliyetçi bir yapı olunca kendimce ve netten bakarak belirlediğim yemek miktarını, o öğünde o bebek yiyecek, sevecek, üstü hiç kirlenmeyecek, yerken iştahlı olacak, güle oynaya löp löp yutacaktı. Tıpkı reklamlardaki gibi, anne mutlu bebek mutlu olacaktı, olmadı…
İlk başlardaki bu katı tavırlar ileride, çocuğun ben de dünyada varım diye kendisini hissettirmeye başladığı 1,5- 2 yaş dönemlerinde yeme problemlerine, seçme, reddetme, sadece tek çeşit yeme, aç kalma pahasına da olsa yemeği istememe gibi sonuçlara sebep oluyormuş. Bir de işin sağlıklı olanı seçme kısmı var. Ama bir saniye bu konuda kendimi tebrik edebilirim, en az 2 yaşına kadar abur- cuburu tanımayan, çöp gıda denileni tatmayan çocuklarım var, 3. çocuğa gelene kadar tabi. 3. çocuk anneliğin kitabını yeniden yazdırıyor.

Nasıl yapacağımı bilemediğim o dönemlerde durumu Avusturyalı yaşlı, tecrübeli çocuk doktorumuza, “çocuğuma sağlıklı yeme alışkanlığını nasıl kazandırmalıyım” diye sorduğumda, cevaben “hayata hiçbir zaman at gözlükleriyle bakma, anne olarak sana düşen masaya sağlıklı öğünler çıkarmak, çocuk dışarda istediği kadar sağlıksız şeylerle karşılaşsın, onun için ana unsur evdeki yemektir”. Altın niteliğinde bu öğüdü unutmam mümkün değil. Çocuk eğitiminin felsefesi de bu değil mi zaten, çocuk her anlamda evde gördüğü ile büyüyor, yetişiyor, dış etkenler evin kapısını kapatmakla dışarıda kalıyor.

Gittiğimiz bir ev gezmesinde beyaz unlu poğaça yedi diye üzüldüğüm kızım, müthiş bir yemek seçici olarak karşımda bugün. O, bir yaşındayken yaz tatilinde Türkiye’de bol bol yedirdiğim semizotları, bayılarak yediği beyaz unlu poğaçanın zararını gidermiştir diye şimdi teselli oluyorum. Hatta müthiş bir sebze seçici kızıma küçükken ne kadar çok brokoli, semizotu, avakado yedirdiğimi anlatıp, kendimce ondan öç alıyorum. Hatta videolarını açıp “aa bak bak burda nasıl da brokoli yiyorsun”, diyerek. Faydası oluyor mu, hayır. Çünkü yemeği seçmesine izin vermedim, doydum dese de “o tabak bitecek” dedim. Ben hatamı kabul ediyorum, akıllandım ben yandım siz yanmayın. Verin önlerine döksün, yesin ne yaparsa yapsın. Peki 2 ve 3 numaralı çocuklarım nasıl, onları da yazacağım ama kısa bir ipucu vereyim yiyorlar :)) bir anne daha ne ister ki?

Gelenekten kopmamakta, arada anne sözü dinlemekte fayda var aslında, annem “biz çocukla sofraya oturur, herşeyden az az verirdik” diye anlatır. Ben “ama nasıl, tuzlu ve salçalı mı?” diye kendi tarzımı koyarım ortaya. Bu tarz konular her yaz bizim anne, teyze çevresinde tartışılır. Onlar “şimdiki gençler nasıl yapıyor, biz anlamıyoruz” diyerek, biz çok bilmiş yeni nesle bilgilerini aktaramamaktan yakınırlar. Benim olmadığım bir ortamda, daha 1 yaşındaki kızıma bisküvi verip, “yazık çocuk ama nasıl da yedi” diye gülerek anlatan teyzemin yöntemini de onaylamıyorum, ama tatlı bir anı olarak gülümseyerek anlatıyorum.

Yemekte müdahale edilmeyen, istediğinden istediği kadarını yiyen, bazen yemeyip sadece oynayan, inceleyen, dokunan, hisseden, koklayan çocuk ileride hiç problemsiz daha önceden tadını bile bilmediği şeyleri dahi yiyormuş. Bu işin adı yemek yedirmek değil, yemeği sevdirmek olmalıymış. İlk zamanlarda kirlenen masalar, sandalyeler, yerler sonra mutluluk olarak geri dönecekmiş. Bunları devam eden annelik yolculuğumda öğrendim.

Seçim sizin, kirlenen ama temizlenebilen yerler ve buna mukabil kendince yemeğini yiyen çocuk mu? Yoksa elinizde tabakla çocuğunuzun peşinden koşmak mı?Gittiğiniz gezmede yiyecek bir şey bulamayan çocuk mu, yoksa giydirdiğiniz nakışlı beyaz gömleğini kendi başına yediği tatlının frambuaz sosuyla lekeleyen çocuk mu?
Not: Gömleği dün normal deterjanla yıkadım, bütün lekeler gitmiş, mucize :))

23 Kasım 2018 Cuma

Çocuk, Cesaret ve Oyun



Çocuklar fıtraten cesaretli, meraklı, denemeye, soru sormaya açık olarak dünyaya gelirler. Cevabını alana kadar soru sormak ya da oynadığı oyunu saatlerce oynayabilmek fıtratı bozulmamış çocuklara has bir durum. Onların içlerinde var olan bu fıtrattan gelen duygularını biz ebeveynler ya yok ederiz ya da geliştirip kendisi olmasına vesile oluruz. Kendi olabilen çocuklar mutlu, huzurludurlar. Sonra bu çocuklar geleceği inşa eden, kaliteli bireyler olurlar.


Çocuğu geliştiren; erken yaşlardan itibaren giyiminde, yemesinde, içmesinde, oyununda seçim hakkı tanınan çocuklardır. Hiç cesaret ettirilmeyen, ne yapması gerektiğine kendi başına karar veremeyen çocukların bazı devreleri gelişmiyor. Acıkıp doyduğunu bile bilemeyen annesi söyleyen, sürekli annesinin yönlendirmeleriyle sen acıktın yemek ye, sen üşüdün şunu giy, şunu yap, şununla oyna gibi durumlarda olan çocukların beyinlerinde bu devreler gelişmiyor. Kendi haline hiç bırakılmamış, kendi adına söz hakkı tanınmamış çocukların karar verme, uygulama, cesaret etme yetileri gelişmiyor. 12-13 yaşına kadar hiç insiyatif verilmemiş çocuklar hayata cesaret edemiyorlar.
Sürekli kurgulanmış, planlanmış oyunlara maruz bırakılan çocuklarda beyin tam gelişmesi gerektiği gibi gelişmiyor. Kurallarını çocuğun belirlediği, süresini, sürecini kendisinin belirlediği oyunlar çocuğu geliştiriyor ve bu dünya ile iletişime geçmesini sağlıyor. Oyun çocuğun dünya ile interaksiyona geçme yoludur. Çocuk özgürce oyun oynamalı, kurallarını kendisi koymalı ve saatlerini oyunla geçirmelidir.
Yukarıdaki ifadeler Prof. Dr. Sinan Canan’a ait. 7 yıl önce anneliğimin ilk yıllarında sosyal medyada gördüğüm aktiviteci annelere özenip kızımı bilmeden nasıl da yönlendirip iyi anne olmaya çalışmışım, gereksiz yere. Neyse ki bu durum uzun sürmedi çünkü kimse halinden memnun değildi. Daha sonra kuralsız gönlümüzce oynamaya, yaşamaya devam ettik. Çevremde aktivite için kendisini paralayan anneleri gördükçe hafifçe “ya aslında bunlara çok da gerek yok, en iyisi serbest oyun” demeye başladım. Fakat bu anneler öyle olmasına o kadar çok inandırılmışlardı ki, aktivite yapmayan diğer annelere de, kendilerini kötü hissetmelerine sebep oluyorlardı.
Ezberletmeye o kadar çok meraklıyız ki, neyi ne için öğrendiğini, nasıl kullanacağını bilemeyen, hazırcı ve düşünemeyen bir insan modeli oluşturuyoruz. Öyle karışık ki heryer, sakinliğe, dinginliğe yer yok. Oysa çocuklarımızla çimenlere uzanıp saatlerce gökyüzünü seyretsek , yağan yağmurun altında ıslansak ya da bir sonbahar sabahı hışır hışır yaprakların üzerinde yürüsek. Dinlenir mi ruhlarımız? Romantiklik olsun diye veya süslü cümleler kurayım da afili bişeyler yazmış olayım diye söylemiyorum bunları. Ciddiyim hem de çok. Sakın gökyüzüne bakarken bilgi dayatmaya kalkmayın, çocuk sorarsa sorduğu ölçüde cevaplayın. Yaprağı avucunun içine alıp hissetsin, hatta siz de alın. İşte gerçek hayat bu.



7 yıllık annelik yolculuğumda çocuk ve oyundan öğrendiğim; bırak kendini çocuğa… Aktivite yapılmıyor olması çocukla ilgilenilmediği anlamına gelmiyor. Benim tek yapabildiğim çocuğu hayatın içine dahil etmeye çalışmak, onunla yaşamak, her ne iş yapıyorsam yanıma gelirse yaptığım işi onunla birlikte yapmak. Ya da illa ona bir meşguliyet bulmak değil amacım, bazen de canı sıkılsın, kendi haline kalsın. Hatta şöyle bir yazı okumuştum, bütün “aha buldum” sonucu kendi halinde olma veya can sıkıntılarının ardından geliyormuş. Keşif ruhunu öldüren bir ebeveynlik istemiyorum.
Aile terapisti Danimarkalı yazar Jesper Juul diyor ki ” Sıkıntı iç dengenin anahtarıdır. Hangi yaşta olursanız olun. Sıkıntı sonrası yaratıcılığınızı keşfedersiniz. Yaratıcılık bize kendimizi hissetme, kendimizi tanıma, kendimizi ifade etme ve gerçekleştirme alanı sunar. Zaman zaman sıkılan çocuklar, sosyal becerilerini artıran büyük bir iç huzur hissedeceklerdir. Çocuğunuz size gelip, “çook sıkıldım” diyorsa ona sarılın ve deyin ki ” Tebrikler dostum, şimdi ne yapacağını görmek istiyorum.”
Bunları okuduktan sonra “ohh bee çok da yanlış yapmıyormuşum” diye sevindim. Bizdeki dialoglar şöyle oluyor genellikle “sıkıldım, şimdi ne yapacağım” o an beni bir stres basıyor, cevaben “ne yapmak istiyorsan onu yap” kızımı çok sinirlendiren bir cevap bu. Annem de bize “Sıkı can iyidir, çabuk çıkmaz” derdi.



Yine bu yolculukta öğrendiğim, çocuğun tek ihtiyacı, yaşamın temel kodları olan iki duygu; sevgi ve ilgi. Sevgi; koşulsuz sevgi, ilgi çocuğun istediği, ihtiyaç duyduğu kadar. Bu iki duyguya hayatının ilk yıllarında doyan çocuk için hayatta açılmayacak kapı yoktur diye inanıyorum. Yoksa daha konuşamayan çocuğa renkleri öğretmeye çalışmak çocuğun çocukluğunu çalmaktır.
Kitabına göre çocuk yetiştirilmez, gerekmedikçe de kuralına göre oyun oynanmaz diye düşünüyorum.


Not: Kitabına göre yetiştirme konusunu ayrıca ele alacağım.

Anneliği bana sevdiren şehir, Viyana





Eğitim için geldiğim Viyana'da anne olmak da nasip oldu. İlk zamanlarda dikkatimi parklarda, şehirde çocuklarıyla hatta bebekleriyle gezen, neşeli anneler, babalar çekiyordu. Bir kaç haftalık bebeğini parkta güneşlendiren anne, çimlere uzanmış bebeğiyle oynayan anne, yani hayatın içinde, yani aramızda, suratında annelikten bezmiş bir ifade olmayan, memnun görünen, kendini eve kapatmamış yeni doğum yapmış anneler. Hatta iki, üç daha fazla çocuğuyla Müzik müzesini gezen anneler, Doğa Tarihi müzesinde yerlere oturmuş çocuklarını doyurma telaşında olan anneler.  Dışarıdan bakınca "ayy yazık çoluk çocuk çok zor" imajı yerine, ne kadar doğallar, şu babayla oğluna bak ne hoşlar, aa kadına bak ne kadar da rahat imajı vardı . Benim için şaşırtıcı olan etraflarına aldırmadan, kimisi yeni doğmuş bebeğiyle kimisi de çok çocuğuyla bu kadar hayatın içinde olmalarıydı.

Benim anne portreme uymayan durumlardı bunlar. Anne deyince zihnimde böyle bir manzara canlanmıyordu. Bana göre küçük bebeği olan anne evde olmalıydı, çünkü ya üşürdü bebek ya da nazar felan olurdu, onun yeri annesiyle evdi. Dışarısı ona göre değildi. Çok idealize etmiş gibi olmayım ama bir de bu annelerin şık, gayet güzel giyimli ,en can alıcısı da neşeli görünmeleriydi. Hayatına çocuklarını dahil etmiş, çocukları için kendini eve kapatmamış, dört duvar arasında olmayan bir annelik, burda gayet sıradandı fakat benim için yeni bir durumdu. Kendisini anne olarak hiç hayal etmemiş ben için, burada şahit olduğum, hayatın içinde annelik, canlı bir annelik cazip geliyor, beni heyecanlandırıyordu.

Yollarda, metrolarda gördüğüm sakince uyuyan bebekler, ebeveynleriyle muhabbet eden, koşan, eğlenen, torunuyla birlikte kumda oynayan dedeler, anneanne, babaanneler, birlikte spor yapanlar, bisiklet sürenler... Kanguruda uyuyan bebekler, ormanda kanguruda sırtta taşınan çocuklar. Hafta sonu sporunu bebek arabasıyla yapan babalar. Metro kapısında arkadaki kalabalığa rağmen çocuğunun elinden tutup hızlıca indirmeyen, tüm kalabalığı o küçük insanın hızına göre yavaşlatan anneler, bunun yanında o kalabalığın "hadi be bacım, tut kolundan çek" vs gibi gereksiz sözlerle anneyi strese sokmayan insanlar.  Bir Afrikalı atasözü der ki bir çocuk büyütmek için koca bir köy gerekir. Yani tek başına büyütülmez çocuk, çevredekilerin yardımına her zaman ihtiyaç vardır. Kısacası hayatın içine dahil edilmiş, çocuktan dolayı stres olmayan, gayet rahat ebeveynlik beni etkiliyordu.




Kanguruda amfide uyuyan bebekler, derste uyuyan bebekler, buna ses çıkarmayan profesörler, öğrenciler. Hatta dersin birinde yanına oturduğum kadın bebek arabasında bebeği uyuyan biriydi. Kendisi gayet sakin ders dinliyor, not alıyordu, bense hayretle onları seyrediyordum. Etrafta benden başka şaşıran yoktu, bu da ilginç bir durum. Evinde rahatça oturmak varken neden çocuğuyla derse gelmiş ki diye de düşünmüştüm, hatta bebek ağlayacak da kadın panik olacak diye ben stres oluyordum. Dedim ya hayatın içinde bir annelik, ne kadar sıradan ve doğaldı. Acaba bu durum onlara has mıydı, benim bebeğim olsa durum nasıl olurdu?
Elbette ki herşey dışarıdan görüldüğü gibi toz pembe değildir, beni etkileyen gördüklerim, şahit olduklarım geleneksel anneliğin dışında birşeylerdi. İstisnalar her zaman vardır ama, yetiştiğim ortamdan bildiğim bebekli annenin eve hapsolmuş olmasıydı, kırkı çıkmadan dışarı gezmesine gidilememesiydi. Bazen parklara bebeğiyle gelen annelere bebeğin kaç aylık olduğunu sorduğumda iki haftalık veya bir aylık gibi cevaplara şaşırıyordum. Ne yani kırk günlük lohusalık sadece biz Türk annelere has birşey miydi. Bunlara uğramamış mıydı?
Pozitif örnekleri gördükçe başka bir annelik mümkün diye seviniyordum. Bunun yanında devletin annelere sunduğu imkanlar da kısmen faydalıydı. Çalışan annelere uygulanan iki yıllık ücretli izin, kütüphanelerin 0 yaştan itibaren bebekler için kitap okuma programları, belediyenin her bölgede açmış olduğu anne bebek buluşmaları, hatta bazı kilise üyesi genç annelerin organize ettiği bebek buluşmaları. İlk kızımda böyle bir gruba katılmış ve bir çok şeyi oradaki annelerden öğrenmiştim. Herşeyde ve her zaman olduğu gibi burdaki annelerin de kendilerine göre şikayetleri, toplumda eleştirdikleri durumlar vardı. Sonuçta çeşit çeşit insanın yaşadığı bir şehir. Tüm bunlara rağmen benim odaklandığım şeyler negatif durumlar değildi, pozitif gördüklerimi içselleştirmeye çalışıyordum. Amacım bizi kötüleyip, kendi anneliğimizi, büyütme tarzımızı eleştirip buradakini yüceltmek değil bilakis gördüğüm, şahit olduğum olumlu örnekleri çoğaltmak, burdan bir harman çıkarmak.
Metroda kitabını okuyan çocuk, kafede babasıyla sohbet eden çocuk, kum havuzunda dedesiyle kule yapan çocuk, çimlere uzanmış anneannesiyle dergi okuyan çocuk, müzede yerlere oturmuş bişeyler yiyen çocuk, hepsi çocuktu, bildiğimiz çocuk... Peki bu sükunetin sebebi neydi...
Çocuk doktorumuzun "Genisse die Zeit mit deinem Baby, denn sie vergeht so schnell", (bebeğinle zamanın tadını çıkar, çünkü zaman çok hızlı geçiyor.) sözü ilk başta tuhaf gelmişti. Nasıl yani bebeğimle zamanın tadını mı çıkaracağım? Ben mi yanlış anladım acaba diye de düşünmüştüm. Çünkü benim zihnimde bebekle hayatın tadını çıkarmak diye bir cümle yoktu, bana göre o; tadı çıkarılacak bir zaman değil, aksine ciddiyetle yerine getirilmesi gereken bir görev. Hatta aynı cümle hamilelik için de kullanılıyordu "Genisse die Zeit mit deinem Babybauch", bebekli göbeğinin tadını çıkar gibi birşey. Hamileliğin tadını çıkarmak, hı? Nasıl yani? Bizim farkında olmayıp, kaçırdığımız şey neydi?

Çok soğuk havalarda bile dışarıda gezdirilen çocuğun suçu neydi? Buralarda meşhur bir söz vardır "Kötü hava yoktur, yanlış kıyafet vardır" diye. Bu sözün önemini ilerleyen yıllarda daha iyi anladım. Kanguruya takıp yarım saatlik bir sabah gezisinde bile rahatça uykuya dalan bebeğimi gördükçe, bu işin sırrını çözdüm galiba diye sevinmiştim. En can alan ayrıntı da o soğuğa rağmen dışarda bebeğiyle gezen anneye yaşlı bir teyzenin "yavrum üşür bu üşür" dememesiydi veya parkta düşen çocuğuna müdahale etmeyen anneye "kız kaldır çocuğu, düştü yazık" diye bir sesin gelmeyişiydi. Başta annelere ve herkesin hayatına nasihat etme hakkı bizde nerden geliyordu? Bizim farkında olmadan kaçırdığımız şey neydi?

Parka getirdiği çocuğunu direk yönlendirerek "hadi git kaydıraktan kay" değil de, "ne yapmak istersin" diye çocuğuna soru soran ebeveynin bildiği neydi, hangi kaynaktan okuyordu bunları? Genetik kodlarında mı vardı bu durum? Çocuk hakkındaki düşüncelerimin alt üst olduğu bir süreçti benim için. Tabi ki pozitif örneklerin yanında, tam tersi durumlar her zaman vardı. Avusturya'da doğmuş büyümüş, eğitim almış bir çok  Türk ailelerde de bizdeki benzer çocuk yetiştirme tarzını görüyordum. Çünkü onlar da müdahale edilerek büyütülmüşlerdi, galiba insan almadığını veremiyor, bunun için bir kırılma noktası gerekli. Bu öğrenilemeyecek, uygulanamayacak bir durum değil diye düşünüyorum.

Evet Viyana'da yalnızdık, yani ailelerimiz burada değildi. Yalnız çocuk büyütmek zordu fakat bunun yasını tutmak yerine elimdeki imkanlarla bu durumu avantaja çevirmeye çalıştım. Bebek buluşma grupları ilk zamanlarda en sevdiğim ortamlardı, gerek belediyenin sunduğu gerek özel kurumların dahil olmaya çalıştım, Türk arkadaşlarla evlerde bebek buluşma grupları oluşturduk bu da annelerin birbirlerine destek olarak, terapi yerine geçen buluşmalardı çocuklar için de sosyal ortam. Bunun dışında her türlü havada bol yürümeli, gezmeli, keşfetmeli geçen günlerdi... Geriye dönüp baktığımda olumluya odaklanarak bu yolda ilerledim. Yok yabancıyız da müslümanız da vs. gibi insanı bitiren söylemlere hiç girmedim.

7 yıl önce Viyana'da başlayan ve bugün  7, 5 ve 2 yaşlarında olan üç minikle yolculuğum devam ediyor.